11 EKİM 2014/CUMARTESİ
_”Beynindeki örümcekten kurtulamayan “Hira’daki” örümceği ne bilsin, nasıl anlasın…”
12 EKİM 2014/PAZAR
_ “Bir gün de göktaşı yağarsa üzerine o zaman anlar “Ebabil Kuşu” nedir…”
G. DÜŞENLER
11 EKİM 2014/CUMARTESİ
_”Beynindeki örümcekten kurtulamayan “Hira’daki” örümceği ne bilsin, nasıl anlasın…”
12 EKİM 2014/PAZAR
_ “Bir gün de göktaşı yağarsa üzerine o zaman anlar “Ebabil Kuşu” nedir…”
G. DÜŞENLER
09 EKİM 2014/PERŞEMBE
ÜSTÜ SÖĞÜTLÜ DEĞİRMEN
“Fırınca” ya da “Somun” diye bilinirdi çarşı fırınlarında satılan ekmeğimiz. Koca ilçede iki tane fırın vardı. Onlarda ilçedeki lokanta ve yabancı memurlar ile yatılı okula hizmet verirdi. Zaten halk arasında “Beyaz ekmek kuvvetsizdir” diye bir tanımlama vardı. Şimdilerin dediği gibi kepeği alınmış undan yapılırdı. Ekmek satış fiyatı on kuruştu. Fakat hane halkı sayısı fazla olduğu için parayla ekmek almak pekte akıllıca sayılmazdı.
Kendi elleriyle eleyip çuvalladıkları buğdayların kepekli unundan yaptıkları ekmeklerin tandırda ve sac üzerinde pişirilişlerinden zevk alan analar; hemen hemen her gün ekmek pişirirlerdi. Yüksünme; yorulma olmazdı. Aksine zevkle yaparlardı. Her evde son ekmek davar çobanlarına verilirdi.
Her su yatağına yakın yarların dibine; yamacına bir veya birden fazla değirmen yapılmıştı. Aynı suyun iki değirmeni çalıştırdığını görmüşlüğüm vardır. Uzaklardan akarken çoğalan suyun yardan aşağı döküldüğü yerler uygun yerlerdi. Yüksekten dökülen suyun; değirmen taşını hızlı çevirmesine çok dikkat edilirdi. Hatta basınç yükselsin diye “Navlun” dedikleri bir ağzı geniş diğer ağzı dar tahta veya saçtan yapılmış borulara başvurulurdu. Unun kalitesi; değirmencinin marifetine bağlıydı. Un yanmamalı ve kına gibi ince olmalıydı.
10 EKİM 2014/CUMA
Her sonbaharda tonlarca buğday taşınırdı değirmenlere. Kepeği ayrılmazdı öğütülen buğdayın. Bu kepekli oluşu hem hazmı kolaylaştırırdı hem de ekmeğin kokusunu oluştururdu. Mahalle ya da köyde hangi evde ekmek pişirildiği bu kokuyla daha çabuk anlaşılırdı.
Dağlardan akıp ovalarda soluklanan su; arıklar sayesinde değirmenlere ulaşırdı. Bu arıkların kenarına gölgelik ve iz takibi yapanlara kolaylık olsun diye söğüt ağacı dikilirdi. Bu sebeple; şimdi ki zehir katılan/akıtılan un fabrikalarının yerine, eskilerin dediği gibi; taştan ve çamurdan yapılmış farelerin bile yaşayamadığı üstü söğütlü değirmenlerimiz vardı.
G. DÜŞENLER
08 EKİM 2014/ÇARŞAMBA
TANIDIK
Yaz günleri geliyor dediğimiz uzun bahar günlerinde başlayan ve bağ, bostan bozumu dediğimiz güz günlerinin sonuna kadar; bayanlar arasında “İkindi çayı” sohbetleri yapılırdı. Birkaç kişiden ziyade en az on kişiden oluşan topluluklar halinde yapılırdı bu sohbetler. Kilolarca şekerin çayın tüketildiği semaverli sohbetlerde bazen çay şekeri yerine kuru “Besni” üzümü ya da limonlu akide şekeri de tüketilirdi. Misafir kendisi “Yeter” demediği sürece; ev sahibesi “İçer misin”, “Doldurayım mı” gibi sözler edemezdi. Ayıplanır ardından “İçtiğim çayları mı sayıyorsun” diye gönül koyulurdu. Bu sebeple herkes aynı konuya çok dikkat ederdi.
Sohbetlerde; günlük ya da eski olması fark etmeyen her konu tekrar tekrar konuşulurdu. Bazen beylerinin çarşı pazarda duyduğu ve eşiyle paylaştığı konular da dillendirilirdi. Bu toplantı ve sohbetler sayesinde herkes; herkesler hakkında bilgi sahibiydi. Büyük ceviz ya da uzun kavak ağaçlarının gölgesinde, çayların demi tükenirken konular birer birer demlenmeye bırakılırdı.
Çay bahane sohbet şahane diyerek herkesin herkesler hakkında bilgisi olduğu; sorulduğunda da “Ben bilmem anam” cevabının alındığı/alınacağı zamanlar vardı.
G. DÜŞENLER
06 EKİM 2014/PAZARTESİ
OKUMUŞ ADAMLAR
İkinci kademe beşinci sınıfta; yani lise ikinci sınıfta iken herkes okulumuzun personelinin çocuklarının uygulama ilkokulunda uygulamalı ders işlemeyi öğrenirdi. Zaman yetmez sıra gelmezse, ilçe merkezindeki okullarda bire haftalık uygulamalı/gözetmenli ders işlenirdi. Okulun meslek dersleri öğretmenleri Orhan BALTACI bey ile Hatice BAŞKONUŞ hanım ve Türk Dili Edebiyatı dersi öğretmeni Ömer Faruk HUYUGÜZEL bey bu işlerin üstesinden gelecek bilgi, beceri ve donanımlara sahiplerdi.
Eğitim öğretimde son sınıfa gelindiğinde tüm öğrenciler, ikinci yarıyılda köylere staj yapmaya gönderilirdi. İaşeleriyle birlikte en az iki ay boyunca köyde kalacak şekilde; köy muhtarlığı gözetiminde bırakılırlardı. Bu stajyer öğretmenler köyün her şeyiyle ilgilenirler ve rapor yapıp öğretmenlerine sunarlardı. Bu birkaç aylık çalışma, meslek hayatları boyunca onlara tecrübe ve referans olurdu.
O zaman üniversite okumuş cahiller yoktu. Hayatı tanıyan okumuş insanlar vardı. Akademisyen kendi alanında akademisyen, âlim kendi alanının dışında da uğraş veren ve bütün dinlerin özelliklerini bilen âlimlerdi. Akademisyen projeci, öğretmen anlatıcı ve imam uygulayıcı; iknacı taraflarıyla insan modeli oluştururlardı.
07 EKİM 2014/SALI
Bu gün bin bir zahmet ve çaba ile üniversiteye gelmiş bir kişi fikrinin gereklerini yaşayamamış olacak ki gruplara katılmaya. Onlar gibi olmaya çalışmaktadır. Ülkenin menfaatini gözeten aklın yolunu değil; siyasi/menfi görüşe göre yönlendirmeye kanıyorlar.
Hal böyleyken; üniversitede bile kavga eden, cinayet işleyen kişinin topluma proje sunması, anlatması, uygulatıcı; iknacı ve örnek insan modeli olması mümkün müdür? Tabi ki hayır… Banka yağmalayan, esnafın vitrinini yakan, belediyenin hizmet için yaptığı yolları tahrip eden kişiden kimse hiçbir şey beklemesin demekten başka bir söylem yoktur. Her zaman alternatifi bırakıp karşıt kavramları ile yaşayan bir ruh hali ile içinde olmak yapıcı olmaya engeldir.
Toplumlar ancak ehil ellere teslim edilirse devam eder. “Liyakat” dediğimiz “Hak ediş” pek de kolay elde edilmez. Büyük bir emek ve bu emeğin karşılığında kazandırdığı güvene dayalıdır; liyakat. Liyakatin günümüzde terim olarak karşılığı “Ehliyettir” bana göre.
Bir toplulukta ya da camide imam yoksa hazırda; yerine güvenilir bir kişiye cübbe giydirilir. Başkan yoksa seçilinceye kadar yerine en güvenilir bir insan vekil seçilir. Tüm bu anlatımlar usta/çırak ilişkisi olarak algılanmamalı. Buna benzer birçok örnekle konu pekiştirilebilir. Eskiden okumuşlar dahi konuşmak için söz istediğinde edep/adap bağlamında izin isterdi. Hatır sayar kıymet bilirdi. Onun için adının yerine “Okumuş adam” yakıştırması yerleştirilirdi.
Tıbbın, edebiyatın ve bütün gelişen teknoloji imkânlarına rağmen, günümüzü anlatmak için; ümitsizliğimiz belirten bir cümle olarak diyoruz ki; “Okuyan” değil, “Okumuş” adamlarımız vardı…
G. DÜŞENLER
04 EKİM 2014/CUMARESİ
_ “ Ben herkes için ağlarım. Ama birinin benim için ağlaması yeter…”
05 EKİM 2014/PAZAR
_ “ Giderken seni de götürmüştüm oysa yanımda. Kimse görmedi…”
G. DÜŞENLER
02 EKİM 2014/PERŞEMBE
ZAMANSIZ ÖLÜM
Ölüme zaman biçmek, doğum süresini kısaltmak ya da uzatmak gibi bir şey olabilir diyebiliriz. Bunun mümkün olmadığına biliriz. En doğrusu ölümü kabullenmek ve işin içinden çıkmaktır.
Ölüm için her şeyden vaz geçilmez; kaçılamaz. Bu bir gerçektir. Ölümün acısı toprağın kendine has soğukluğuyla ilişkilendirilir. Bu ilişkinin dirilerde de yaşanan ruh haline bakılarak “Ölü toprağı serpilmiş” gibi diye tabir edilir, kullanılır çeşitli yörelerde. Ardından “ Ölenle ölünmez, hayat devam ediyor” denir. Tabi ki gerçek olan budur. Ölenle ölünmez ama gel gör ki öleni düşünmek öldürebiliyor. İşte bu acılar zamansız ölümlerin verdiği acılardır. Hani; yakıştıramadığımız ölümler var ya işte bu ölümlerdir; zamansız ölümler.
Erken yaşta, askerde, gelinlik çağında, yangın, sel deprem ve benzeri hal ve durumlardan sonra meydana gelen ölümler; hep zamansız ölümler olarak kalır hafızalarda. Kabul görme; sadece fiziki hallerdedir. Ruhi yönden yıpratır, yer ve çeşitli hastalıklara düçar eder. Bu akıbet kaçınılmazdır. Her ne kadarda unutmuş gibi görünse de asla unutulmaz. Benzer bir olay görülüp ya da duyuldukça yeniden nükseder bu acı… Her nüksediş bir yeni yaranın oluşmasına sebep olur. Elle dokunulamayan, sarılıp sarmalanamayan bu yara içten içe yer bitirir.
03 EKİM 2014/CUMA
Unuttum mu derken hatırlanan bu ölümler, her zaman bir ukdedir. Zaten ukdeler; iç kanamalara benzer. Acı nüksedince; ukdeler de bir bir ortaya çıkar. Bu yakıştıramadığımız, konduramadığımız gerçek; her zaman ağır gelir. Bilindiği gibi, kabul edilse bile acısı hep yaşanan bir ölüm biçimidir.
Yaşı ilerlemiş, ya da belirli bir süre yatan hasta insanlara gelen ölüm pek yadırganmaz. Belki de çoğumuz “Yeteri kadar yaşadı”, “Kurtuldu” bile deriz peşinden.
Yollar genişledi. Arabalar hızlandı. Teknoloji gelişti. Fakat kalifiye eleman yetişmedi. Her yerde her şeyi bulma şansı oldu. Fakat bunların yanında kazanma hırsına karşılık kimse kendine toz kondurmadı. Adını bilmediği, evinde pişiremediği yemeği yerken “Tadını alamadım” diyecek kadar basit kişilikler çoğaldı.
Tıbbın ve teknolojinin gelişmediği, insanların kaderleriyle baş başa bırakıldığı, Yapacak bir şey yok” diye evlerine gönderilen ve en çok basit hastalıkların can aldığı günlerde zamansız ölümler vardı…
G. DÜŞENLER
30 EYLÜL 2014/SALI
VARDI
Sihirli bir asa gibi, dokunup değiştirmek o kadar çok şey var ki. Ama ne yazık ki ne böyle bir imkânımız var ne de biz bu kadar mükemmeliz.
Değişmesini istediğimiz ya da değiştirmek istediğimiz ne varsa; hepsi için biz hak ediyor muyuz diye düşünmek bile istemeyiz. Onun için biz mükemmel miyiz diye öz eleştirimizi yapmalıyız. Aradığımız ya da gördüğümüz eksiklikleri kendimizde tamamlamış mıyız? Ne kadar görüp ne kadar anlıyoruz. Ya da görüp anladıklarımızdan kendimize pay çıkarıyor muyuz? Yanında gördüğümüz yanlışta bizim payımız var mı, yok mu diye düşünüyor muyuz?
Aldığımız bir elbisenin bedenimize oturmasını isteriz de, kilolarımıza sebep olan beslenmemizi düşünmeyiz. Bazen yediğimiz yemeğin sadece bizim için hazırlanmadığını bildiğimiz halde kendimize göre eksik ararız. Tanıştığımız arkadaşımızın bize uyum sağlamasını düşünürken, karşımızdakinin bazı eksikliklerini görmezden gelmeyi pek istemeyiz. Kimimiz resim yapmayı severken; kimimiz şiir yazmayı sevmez miyiz?
Hayatımızı içine alan ömür ve içinde yaşadıklarımız, her zaman istediğimiz gibi gidecek diye bir kurala bağlı değildir.
01 EKİM 2014/ÇARŞAMBA
Umut mutlaka vardır. Gerçekleşmesini istemek tabi ki haktır. Bu haklarımızı kullandığımızda karşımızdakinin hak ve hukukunu göz ardı edemeyiz. Görmek istediğimiz değil; gerçek olan gördüğümüzdür. Gerçeklerden kaçış kendinden kaçıştır aslında. Yerimiz ve konumumuzdan utanmamalı ve hakkını vermeliyiz. Zorlamayla meydana gelen değişim, yeni değişime gebedir. Hiçbir gebelik bizim istediğimiz gibi neticelenmez. Biz isteriz; temenni ederiz. Olursa memnun oluruz. Olmazsa da öylece kabul etmek zorundayız.
Kimsenin kimseyi eksik ya da fazlasıyla yargılamadığı, yetişkin erkeklerin mahallede gençlerle çeşitli oyunlar oynadığı; yaşını başını almış ablaların, yeni yetişen genç kızları halayda tutabilmek için halayın en sonundan tutmasını görev sayan ablalarımız halalarımız teyzelerimiz vardı…
G. DÜŞENLER
29 EYLÜL 2014/PAZARTESİ
SENDEN MAHRUM BIRAKMALIYIM
Sabah yoksun,
Akşamları yine aranıyorsun.
Benimlesin her an olmuyor;
Seni benden mahrum bırakmalıyım…
Yalnızlığım senden,
Acılarımın sebebi senden.
Seninleyim her an olmuyor;
Seni benden mahrum bırakmalıyım…
Gidişini istemedim,
Gelmeyişini de ben istemedim.
İkimiz birimiz için her an olmuyor;
Seni benden mahrum bırakmalıyım…
Sabır bitti,
İsyana giden zamanımda bitti.
Anladım; seni düşünmekle her an olmuyor;
Beni senden mahrum bırakmalıyım…
G. DÜŞENLER
27 EYLÜL 2014/CUMARTESİ
_ “ Bazı insanlar gömü sonrası beğendiklerimize benzer…
Saklamalıyız…”
28 EYLÜL 2014/PAZAR
_ “ Sevda denilen bir nazara takıldık kaldık bir ömür…”
G. DÜŞENLER
22 EYLÜL 2014/PAZARTESİ
KÜTÜK KAPANDI
Kendisi gibi babası ve dedesi de evlerinin tek erkeği olarak sülalelerini sürdürmüşlerdi. Ama Yasin; o evlenme yaşını geçmesine rağmen hala bekârdı. Üzüme çöplü, armuda saplı diye diye bu günlere kalmıştı. Şimdi de yaşının verdiği ruh haliyle davranıyordu. Bu sebeple de beğendikleri “Kahrımı çeksin” diye düşünüyordu. Fakat bir türlü aradığını bulamamıştı.
Zaman içinde vaz geçme molaları bile verdiği olmuştu. Bunu da dile getiriyordu zaman zaman. Bu umutsuzluk nöbetlerinde iken; komşulardan bir kadın Yasin ve arkadaşını yanına çağırarak, evlenme konusunda “Eğer arzu ederse” yardımcı olabileceğini söylemiş. Bu ani teklif üzerine umuda kapılmamak mümkün mü? Yasin hemen eve doğru geri dönmüş ve eve gelerek olup bitenleri ablasına anlatmış. Anne ve babası daha önce öldüklerinden dolayı en yakını olarak ablası vardı. Ablası ve diğer kız kardeşleri toplanıp o komşu kadının evine gitmişler. Duyduklarının doğruluğunu teyit etmek, devamını sağlamak ve gerekeni konuşup arada anlaşılmayan bir şeylerin kalmamasını istemişler. Duydukları doğruymuş. Hatta bahsi geçen kız yani gelin adayı; konuyu gündeme getiren kadının yeğeniymiş. O da babasızmış. Haber çok çabuk yayıldı. Mahalleliler toplandı. Evli olan arkadaşları eşlerini, bekârlar kız kardeşlerini gönderdi. Kız istendi. Nişan takıldı. Yarı görücü usulü olmuştu…
23 EYLÜL 2014/SALI
Çünkü teyzesi olan komşu kadın; gizliden getirip misafir ettiği yeğenine o kısa sürede damat adayını göstermiş ve oluru almıştı. Nişanlılık süresi sadece resmi nikâhın süresi kadar sürdü. Hemen düğün yapıldı.
İkinci yılın ortalarında bir kız çocukları oldu. Derken iki yıl sonra da bir erkek çocukları dünya ile tanışı. Aile mutlu mesut devam ediyordu. Bu arada Yasin’in hasta olduğu, bu yaşa kadar bu sebeple evlenemediği; üstelik doktorların evlenmeyi yasak ettikleri konuları çokça dillendirilmeye başlandı. En yakın arkadaşı bu kadar detay bilmezken; herkes duyduklarının üstüne artı bir koyarak anlatınca ortaya korkunç ve vahim bir tablo çıkmıştı. Eşi bu defa “ Bir ölüyle yaşıyorum” fikrine kapıldı. Uzun süre onun rahatlaması için tedavi çeşitleri denendi. Tekrar baba evine de dönmek istemiyordu. Zaten evlenmeden önce baba evinde yengeleri ve yeğenleri için besleme gibi çalışmıştı. Kalıp idare edebilir miydi? Kararsızdı… Çaresizdi… Bu ikilem içerisinde bir iki yıl daha geçti. Çocuklar tam ayaklanmışlardı ki ölüm bir gece yarısı kapıyı çaldı.
Doktorların kendisini daha önce uyarıp ikaz etmelerine rağmen yine de evlenmişti. Yanlış yaptığını biliyordu ama nefsi yenilgiyi kabul etmemişti. Tipik insan
24 EYLÜL 2014/ÇARŞAMBA
davranışı… Herkeste olan “Yakıştıramama… Toz konduramama” içgüdüsünü yenememişti. Arkasında genç bir eş ve iki bebek bıraktı. Sigortalı çalıştığı sürelerdeki hizmet birleştirmesini yapmadığı için sosyal güvenceden mahrum kalmıştı geride bıraktıkları…
İki yıla yakın bir süre çocukları ile evinde kalan genç anneye komşularından evli bir adam musallat olmuş. Evli olduğu halde; kendisi ile evlenmesi için baskı oyunları ve dedikodu söylemleri ile taciz ediyormuş.
Genç yaşta dul kalan kadının kardeşleri olaydan haberdar olunca; komşu ilçeden toplanıp gelmişler. Düşünceleri, bacılarını rahatsız eden evli adamı döverek öldürmekmiş. Bunun haberini alan Yasin’in yakın arkadaşı hemen onların yanına giderek; olayın boyutunun farklı olacağını ve bacılarının “Lekelenmiş” olduğu söylentisinin yayılacağını anlatarak gelenleri ikna etmiş. Çözüm olarak da bacılarını yanlarına almalarını önermiş. Konuşma ve öneri kabul görünce büyük bir bela böylece defolup gitmişti.
Kaderde neler vardır; insanın başına neler geleceğini kimse tahmin bile edemez.
Genç anne; çocukları daha rahat bir hayat yaşasın diye kendisinden yaşça çok büyük olan bir adamın nikâhını kabul etti. Aslında nikâhın tek amacı yaşlı adama hizmetti. Adamcağızda sözünü tutarak iki çocuğu kendi evlatları gibi okutup büyüttü. Büyük olan kız üniversiteyi
25 EYLÜL 2014/PERŞEMBE
bitiremeden aile ikinci bir acıyla yandı. Evin erkek çocuğu; üvey dayısının oğluyla dayılarında kalmış aynı odada uyumuşlardı. Sobadan sızan gazdan zehirlenmişlerdi.
Hayatında sigara bile içmeyen biri olarak; sobadan sızan gazdan çok zehirlenince müdahale sonuçsuz kalmıştı. Dayısının oğlu sigara içtiği için müdahale başarılı olunca hayata dönmüştü. İki kuzenin iş başvurusu formunu birlikte doldurmak için bir araya geldikleri sonradan anlaşıldı. Eğer yaşamış yani sabahı görmüş olsalardı çok şeylerin değişeceği kesindi.
Hayatın baharında bir yanda üniversitesine destek, bir yandan dershanesine katkı için çalışmayı düşünmüştü… Olmadı… Ölürken; hevesi kursağında kaldı. Kim bilir belki de annesinin çektiklerini, daha iyi bir hayatı hak ettiğini ya da soyunu sürdürmenin heyecanı içindeydi. Genç beyin ölürken; ardında bağrı yanık bir anne ve arkadaş gibi yaşadığı bir abla bıraktı. Duyan herkesin kendi kardeşinin kaybı kadar etkilendiği bu ölüm çok üzücü oldu…
26 EYLÜL 2014/CUMA
Halk dilinde “Sıralı ölüm” diye bir deyim vardır. Yani; yaşını kemale erdirenler ölebilir diye kabul gören bir sözdür. Yine Van yöresinde “Vakit gelse geçmez; genci kocayı(yaşlıyı) seçmez” derler. Bu da “sırası gelen ölür” anlamında kullanılır.
Nereden nereye diye düşünmemek mümkün değil. Acı ama gerçek. Fakat gerçek olan bir şey daha var ki; hayat devam ediyor. Anne yaşlı adamla kalan zamanı tüketiyor. Abla evlenip gitti. Yeni bir aile, yeni bir soyun devamında görev aldı.
Büyük dede, dedesi, babası derken kendisinin de ölümüyle bir sülalenin soy kütüğü de kapanmış oldu.
Ailelerin şecerelerine bakıldığında; “Soy kütüğü en çok erkek evlatla devam eder” diye bir kural görülür. Bu tür kütüğü kapananlar için “Yeryüzünden nesli kesilmişler” diye bahsedilir ve dualara dâhil edilir.
Yedi tane atasını sayanlara ne mutlu diyen büyüklerimiz vardı…
G. DÜŞENLER